Bahşedilen yüksek potansiyeli değerlendirme ve mevcut âtıl potansiyelden değil, yalnız ve yalnız değerlendirilebilenden istifâde üzerine kurulu insan fıtratının baş aşağı olduğu traji-komik bir zaman dilimini; orijin yapısı bozulmuş insan zihninin, “beyin” ismi ile anılan o muhteşem mekanizmanın şiddetli bir ideolojik zehir, tehlikeli bir kategorizasyon, derin bir atâlet, salt taklîde dayalı baskın bir rehâvet ve sürekli ötekileyen dâimî bir adâvet ile târumâr edildiği “okunası” ve toparlanılası bir etiket çağını solukladığımız şu süreçte Mehmet Âkif’i hatırlamak, onu bir parça olsun anlamaya, tanımaya gayret göstermek, tefekkür etmek…
Değerli hocam, Türk Kültürü’nün ve tasavvuf iklîminin dur durak bilmez işçisi, usta sanatçı Semih Sergen’in yirmi yıl önce gerçek bir sanatkâr hassâsiyetiyle kaleme alıp sahnelediği ve bugünlerde de Devlet Tiyatroları’nın oldukça genç kadrosuyla ve çok büyük bir şevk, heyecan ve titiz bir yönetmenlikle yeniden sahneye hazırladığı “Bir Hilâl Uğruna” oyununun provalarını gözlerim dolu dolu izlediğim şu günlerde, “Önce sahte etiketlerle incittiniz, sonra da unuttunuz gittiniz… Hakkımı vermediniz, veremediniz! Lâkin kaybeden ben değilim; kaybeden, Zemzem’i zelîl edip içmesini bilmeyen, kendini bu tehlikeli susuzluğa mahkûm eden sizlersiniz!” diyerek hüzünle fısıldadı kulağıma, tüm yaşamıyla baştan başa bir titreyiş vesîlesi olan o azîz ruh…
Ve, “Hayır! Hayâl ile yoktur benim alış verişim!
İnan ki, her ne demişsem, görüp de söylemişim…
Şudur cihanda benim en sevdiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek!”
şuuru ve bir Tebrizli Şems edâsıyla dâimâ kitabın orta yerinden konuşan bu son derece zekî ve hazırcevap edep ve âdap insanının mânîdar ve her hâliyle hakîkat olan bu mânevî îkâzıyla süzüldüm yeniden o başyapıta, her bölümü ayrı bir zenginlik ve sarsılış vesîlesi olan “Safahat”a…
Semih Hoca’nın “Bir Hilâl Uğruna”nın provaları esnâsında muhabbetle hediye ettiği tâzecik bir “Safahat”tı avuçlarımdaki! Derinlikli ve fedâkârâne yayınlarıyla Türk düşünce dünyasına, desteği hak eden, takdîr uyandıran katkılar sunan Hece Yayınları’nın büyük bir imtinâ ile hazırladığı her hâlinden belli olan, son derece kaliteli baskısı, korumalı cildi ve altın yaldızlı sayfalarıyla okuyucuda değişik bir heyecan ve ciddiyet uyandıran fevkalâde seçkin bir yayındı ve sessiz bir utanç, burukluk ve dile gelmez bir hüzünle açıldı sayfalar…
“İşte, ey unsur-i isyan, bu elim izmihlâl,
Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti?
Hani milliyetin İslâm idi! Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!
“Arnavutluk” ne demek! Var mı “Şerîat”te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arap’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e yâhud Kürd’e,
Acem’in Çinli’ye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık’ta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber…
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrîkanın,
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken, doğru mudur cedel?”
mısralarıyla “Hakkın Sesleri” kısmından önüme seriliveren, Mehmet Âkif’in şedîd bir gönül çığlığına dönüşmüş 1913 Anadolusu değil, bugündü sanki! Şimdi idi!
Kirli ve sinsi “Kaos Yarat – Sindir – ‘Yıldızlı Hilâl’i İndir!” formülleri ve ilâhî matematiğe karşı durulabileceği zannı ile mütemâdiyen işleyen o kokuşmuş oryantalist zihniyetin bugünkü tesîriydi; tam 99 yıl, yâni bir asır evvel ihlaslı ve basîret ehli bir kalbin içten feverânına dönüşmüş bu çivi gibi sözler! Ve dahası, eskimez ve eskitilemez bir “Tevhîd” dersi idi, idrâkime çakılıp kalıveren…
“An”da olmaya, bütünde ve “Bir”de, yâni orijin İslâm anlayışında olmaya değil, dâimâ düaliteye, ikircikli bir işleyişe, tehlikeli ötekileştirmelere ve biteviye bir çatışmaya endeksli, çağın, tüm fıtrî ayarları bloke olmuş âtıl ve plastik zihni, ehl-i ilimin “düstur-u cidâl” dediği o devâsız derdin mağduru değil miydi artık?
Zamânın zihinleri âdetâ iğdiş eden hız ve ötekileştirme politikasıyla her şey ama her şey, evde televizyonu radyoyu kapasanız yolda dev reklam panolarıyla karşınıza dikilip“Onda var ama sende yok!” zehri ile “o ve sen” algısını ustaca zerketmiyor muydu damarlarımıza?
Son derece profesyonel ve sinsi bir mantıkla derin bir “sosyal hipnoz”un, yine kıymetli hocam, gerçek yazar Alev Alatlı’nın sarsıcı tespitleriyle tedâvisi zor, tehditkâr bir “afazî”nin ve iç acıtan bir paçozluğun, ucuzlaştırmanın pençesinde kıvranmıyor muyduk, can çekişen rûhumuzun sessiz çığlığından bîhaber?
Hakka yürümüş usta kalem Aytmatov’un en berrak hâliyle resmettiği o elîm “mankurtlaştırma takvimi”, bizim, üzerine serpilmiş ölü toprağını atmaya pek niyeti olmayan miskin, hazırcı, pragmatik ve konformist çakma idrâkimizde sorunsuz işlemiyor muydu, “Hayy”atımız, yegâne varlığımız olan diriliğimiz pahasına?
Ve “Kutlu Doğum Haftası” başlığı altında, tefekkürden yoksun klişe anma programlarının ötesine geçip, muhteşem idrâk Hz. Muhammed’in (S.A.V) şahsında “Orijin insan – Halîfetullâh makâmına aday gerçek insan kimdir, nasıl olur?” suâlini beyin çatlatırcasına tefekkür edip dertlenmemiz, silkinmemiz gereken şu günlerde, “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlığıyla kaleminden damlayan o buruk dizeler…
“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi,
Eyvâh, o da leyl-i mâtem oldu!
Âlem bugün üçyüz elli milyon
Mazlûma yaman bir a’lem oldu!
Çiğnendi harîm-i pâki Şer’in,
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu.
Allâh için, ey Nebiyy-i ma’sûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm…
Ve sonra, “Gölgeler” kısmından “Hâlâ mı Boğuşmak?” başlığıyla içimizdeki ve dışımızdaki, rûhumuzdaki ve rûhun en berrak, en şaşmaz aynası olan ilişkilerimizdeki o sürgit çatışmayı, sürtüşmeyi ve tüm vâroluş enerjimizin dipsiz karadeliklerden şuursuzca süzülüverişini resmedip; “Tevhîd”e, Sünnetullâh’ın o değişmez ve mûcizevî yasasına uyanamamış, ayamamış, “bilinç skalasında insandan beklenilenin çok gerisinde kalmış ön-insan şuuru”na seslendiği, çağımızın değerli mütefekkirlerinden üstad Ahmed Hulûsi’nin de “insansı” kavramıyla altını çizdiği, o hayvana dönük ve “sistemi bütüncül idrak”ten yoksun fevkalâde ciddî boyuta hitâb ettiği dosdoğru, dupduru, ok gibi sözleri…
“Sen! Ben! Desin efrâd, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyâmet o zamandır!
Mâzîlere in, mahşer-i edvârı bütün gez,
Kanûn-i ilâhî, göreceksin ki, değişmez…
*
Târih, o bizim eştiğimiz kanlı harâbe,
Saklar sayısız lâhd ile milyonla kitâbe,
Taşlar ki, birer parçadır üstünde zemînin,
Mâ’nâ-yı perîşânı birer nakş-ı cebînin!
Eczâsını birleştirebildinse elinle,
Gel, şimdi o elfâz-ı perâkendeyi dinle;
“Her hufre bir ümmet, şu yatanlar bütün akvâm;
Encâma bu âhengi veren aynı serencâm!”
Ve ciddiyete dâvet olunup öz ayarlarıma doğru çekildiğim o efsunlu kelimeler tüm câzibesiyle sürerken; şimdi de, Kurtuluş Savaşı yıllarında artık güçsüz kalmış kalbi de sökülmeye çalışılan fevkalâde haşmetli bir vücûdun ve Anadolu denilen o ilâhî rûhun hazin hikâyesinde, çok daha büyük, çok daha derin, bitmek bilmez bir savaşı, o en büyük cehdi, bambaşka bir mücâdeleyi seyrediyordum, gâyet dikkatli! “Cihâd-ı Kebîr”i…
Mehmet Âkif’in terâzisi şaşmaz, pusulası eskimez bu zaman ve mekân ötesi sözlerinde, sınırlı ve çalkantılı bir târihî dönem değil, insan denilen mahlûkun bütün bir hayat seyri, gâyesi ve gidişi saklı idi.
“Beşerin taptığı, bir kendisinin heykelidir;
Dinlemem, etse de Allâh’ı bütün gün takdîs!
Ben bu mel’un putun uğrunda geberdim;
Hâlâ kabaran kokmuş içimden,
“Yaşasın nefs-i nefîs!”
derken anlattığı da bendim!
Ve kendi elleriyle besleyip büyüttüğü o mel’un putundan, o sinsi gölge varlığından, her dâim kendisini kurtarmanın derdinde olan, habîs ve dâvâsından dönmez nefsinden dem vuran bu hassas idrâkin hayat hikâyesini merâk edip, biraz daha yakından bakmaya karar verince, iyice terledim!
…
Dönemin şartlarına ve âilesinin ciddî imkânsızlıklarına rağmen muhteşem bir eğitim ve dursuz duraksız bir cehd çıktı karşıma…
“Talebenin harp sahası mekteptir! İyi dövüş, cehâlet düşmanının yen!” diyen ve oğlunun sıradan bir din eğitimi değil, bilimle iç içe, gerçek bir din öğrenimi görebilmesi için ona kapıları ardına kadar açan din âlimi bir babanın desturuyla yola çıkmış ve henüz ilkokul yaşlarında Türkçe, Farsça, Arapça ve Fransızca gibi zengin bir dil eğitimiyle işe başlayıp, ilerideki Rüştiye eğitiminde bu dört dil sahasında da dâimâ birinci olmuş dolu dolu bir çocuk vardı karşımda!
Daha dokuz yaşındayken Esad Dede’den Mesnevî dersleri alıp, Fuzûlî’nin “Leylâ İle Mecnûn”unu hatmeden bir çocuk…
Şiirde daha çok ufak yaşlarda cevvâl, Fuzûlî’den Mevlâna’ya, Nâmık Kemâl’den Ziya Paşa’ya, Yûnûs Emre’den Hacı Bektaş’a kadar “vatan-ı hakîkî olan aslını idrak damarı”nın hakkını vermişlere hayran bir Mehmet Âkif’ti ortadaki.
Ve “İnsan bir işte yoruldu mu, yeni bir işte dinlenmeli!” şuurunu düstur edinip bilim, sanat, spor ve din ilimleri arasında âdetâ mekik dokuyan, “Tembellik iliklerimize, kemiklerimize kadar işlemiş! İnsan gibi yaşamak için önce cehâleti ve tembelliği yenmek şart!” diyen bir eylem insanıydı…
1893’te, yirmi yaşında iken Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi’nden, bugünkü lîsanla Tarım ve Veterinerlik Fakültesi’nden birincilikle mezun olan, hem şiir ve din ilimleriyle fazlasıyla meşgûl olup hem de küçük yaşlardan îtibâren güreş ve yüzme gibi sporlarla ilgilenen, Neyzen Tevfik gibi bir üstattan ney dersleri alan, mezuniyet sonrası Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yaptıktan sonra 1908’de Dâr’ülfünûn’da Osmanlı Edebiyatı hocalığına tâyin edilecek kadar edebiyata hâkim bir seviyeye ulaşan, Türk mûsıkîsine fazlasıyla hayran ve dönemin mûsıkî üstatlarıyla bir hayli yakın olan, Kurtuluş Savaşı yıllarında Burdur milletvekili olarak birinci T.B.M.M.’de hakkıyla, samimâne bir yanışla yer dolduran ve genel vasıfları şâir, veteriner hekim, öğretmen diye başlayıp vâiz, hâfız, Kur’an mütercimi, yüzücü, güreşçi, milletvekili diye devam eden enteresan ve enteresan olduğu kadar da insana kendi atâletini hatırlatıp, ruhlarda çok ciddî silkinişler yaratacak kadar âbide bir şahsiyetti! Sözde değil özde ciddî bir ufuk, gerçek bir model, hakîkî bir fikir ve aksiyon adamı…
Özgüven yoksunluğundan ve onursuz bir kolaycılıktan kaynak alan batı budalalığını en cesur söylemlerle dile getirirken, “Batı hayranlığına karşı olmak demek, batının dâhî sanatkârlarına karşı olmak demek değildir!” ölçüsüyle de çok hassas bir çizgiye işâret eden ve “Sanatkârlar, bayrakların ve dinlerin dışındadır benim için!” diyebilecek kadar bütüne vâkıf bir nazar…
“Sanat bir gâye değil vâsıtadır!”diyerek “toplumu toplum yapan insan”a hizmetin Hak’ka ve hakîkate hizmet olduğunu kendi kâmil şuuru ile deşifre etmekle kalmamış, bunu her fırsatta gâyet kendinden emin bir biçimde dile getirmekten de kaçınmamış, hakkâniyet timsâli net bir karakter.
“İki büyük değer vardır. Biri dil, biri din! Din baskı altında olabilir. Hattâ ortadan kaldırılmak istenebilir. Ama dil birliğiniz bozulmamışsa korkuya yer yoktur.”tespîtiyle “dil” olgusunun hayâtî değerini ve rolünü açıkça ortaya koyan ve dönemin içi boş, tavşan yürekli ve kolaycı sahte aydınlarına karşı bayrak açmakta da hiçbir beis görmeyen gerçek bir mütefekkir, derdin ne olduğunu sonuna kadar içmiş gerçek bir dertli…
İşte bu büyük dertlinin 1881-1921 yılları arasındaki sancılı yaşamını ve İstiklâl Marşı gibi görkemli ve târihî bir eserin vücûda geldiği o harâretli yılları yeniden tâze bir heyecanla Türk Milleti’nin huzûruna getirmeyi murâd etmiş bir oyun, “Bir Hilâl Uğruna”…
Târihî belgelerle çalışan, Devlet Sanatçısı – Devlet Tiyatroları Edebî Kurul Başkanı Semih Sergen’in yazarlığını ve yönetmenliğini yaptığı, “Mevlânâ 800. Yıl Oratoryosu”nun bestekârı ünlü müzisyen Can Atilla’nın müziklerini hazırladığı ve Devlet Tiyatroları’nın genç ve heyecanlı kadrosuyla da başka bir coşkunun açığa çıktığı proje, 19 Nisan 2012 akşamı Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı Cumhuriyet Salonu’nda prömiyerini yaptıktan sonra Polatlı, Kayseri, Çanakkale gibi noktalardan başlayarak Anadolu’yu gezmeye hazırlanıyor.
Projenin mîmârı olan Sergen bu çalışmadaki gâyelerini ise şu sözlerle açıklıyor; “Bir yanlışı düzeltmek, büyük kurtarıcımız Mustafa Kemâl Paşa’nın bir emri ile eşini ve çocuklarını bırakıp en kısa sürede Ankara’ya koşan ve camî camî dolaşarak Anadolu’yu Kuva-i Milliye saflarına çağıran bayrak adamı, fazîlet âbidesi Mehmet Âkif’i hak ettiği yere koymak temel amacımız! Çanakkale Savaşı’nda kaybettiğimiz ikiyüz elli bin şehidimiz için destanlaşan bir şiir âbidesini, düşmanın ayak seslerinin Polatlı’ya kadar yaklaştığı acılı günlerde kurtuluş ve kuruluş müjdesini veren İstiklâl Marşı’nın unutulmaz şâiri Mehmet Âkif’i, belgelere dayanarak ve saygı ile değerli izleyicilerimize sunuyoruz… ”
“Tevhîd”e ve idrakte yükselişe dayanan orijin İslâm anlayışıyla değil, güdük ve rozetçi bir zihniyetle hareket edip M. Âkif’i sınırlı bir ideolojik zemîne sıkıştıran etiketçi bir anlayışın hüküm sürdüğü oldukça uzun bir zaman diliminin ardından başka bir atmosferi soluklamanın, yiğidi öldürmeden hakkını vermenin vakti olsa gerek artık!
“İzm’ler idrâkimize geçirilmiş deli gömlekleri!”diye haykıran Cemil Meriç’ten yeni Meriçlerin, “Sâhipsiz olan memleketin batması haktır! Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır!” diyen Âkif’ten yeni Âkiflerin doğduğu bir zaman dilimini göstermeli artık takvim!
2011 Yılı’nın “Mehmet Âkif Yılı” îlân edildiği, Mehmet Âkif adına kurulmuş kültür ve medeniyet derneklerinin yanısıra, Türk şiirinin ve düşünce dünyasının seçkin ve kendi şahsına münhasır değerlerinden İsmet Özel’in kurucu başkanlığını yaptığı İstiklâl Marşı Derneği’nin de beşinci yaşına girdiği, Mehmet Âkif dizelerinin yavaş yavaş dizilere ve filmlere aksederek hak ettiği yere doğru adım adım ilerlediği bir süreçte bütünden ve hakkâniyetten kopuk, güdük ve rozetçi anlayışın içinde kokuşmaya devam etmek, işimiz değil artık!
“Hakîkatin Takvimi”ne riâyet şartsa,
devir, sükûnet ve ihtişamla
ağır ağır gün yüzüne çıkanın hakkını verme;
bütüncül şuurdan yoksun,
fosilleşmiş zan ve yargıların
defterini dürme devridir…
Ayten Çalış Yağmur
19 Nisan 2012